12 Ağustos 2011 Cuma

Yağmurun Elleri

Sevdiğim bir arkadaşım vasıtasıyla çok sevdiğim bir Yen Türkü şarkısının orijinal sözlerine ulaştım...

somewhere i have never traveled, gladly beyond
any experience, your eyes have their silence:
in your most frail gesture are things which enclose me,
or which i cannot touch because they are too near

your slightest look easily will unclose me
though i have closed myself as fingers,
you open always petal by petal myself as Spring opens
(touching skilfully, mysteriously) her first rose

or if your wish be to close me, i and
my life will shut very beautifully, suddenly,
as when the heart of this flower imagines
the snow carefully everywhere descending;

nothing which we are to perceive in this world equals
the power of your intense fragility: whose texture
compels me with the colour of its countries,
rendering death and forever with each breathing

(i do not know what it is about you that closes
and opens;only something in me understands
the voice of your eyes is deeper than all roses)
nobody, not even the rain, has such small hands

e.e.cummings

ref:http://astherain.blogspot.com

Kelimelerin gücü serisi 1: MERAK

Merak Edilebilinir
Merak Duyulabilinir
Merak Sarılabilinir
Merak Salınabilinir
Merak Cezbedilebilinir
Merak Bağışlanabilinir
Merak Yenilebilinir
Merak Geçebilir
Meraka Yenik Düşülebilinir
Meraklı Olunabilir
Merakına Dokunulabilinir
Merakta Bırakılabilinir
Merakta Kalınabilinir
Meraka Düşülebilir
Meraktan Çatlanabilir
Merak Getirilebilinir
Meraklanılabilinir
Bilim Merakla Başlar
Fazla Merak İyi Değildir

Benim favorim:
Merak Kediyi Öldürür…

Kaburga Kemiğinden Kadınlar

Eski bir "rivayete" göre. Tanrı Havva'yı Adem'in kaburga kemiğinden yaratmış. Objektif olmaya çalışıyorum zira konunun özünde ilk önce topraktan yaratılan "esas ilk kadın'ın" ,kaldı ki ismi Lilith olarak geçer, Adem'e boyun eğmemesi buna sebep olmuş. Hatta başka rivayete göre bu boyun eğmeyen kadına meleklerce verilen görevler nedeniyle Lilith kelimesi sonradan illet kelimesinin kökenini oluşturmuş ki durum burada gerçekten vahimleşiyor. Bu yazıda konumuzun boyun eğen kadınlarla daha ilgili olması Lilith konusunu bir sonraki zamana bırakmama sebep oldu.

Antik ve öncesi çağlardan günümüze birkaç radikal ve marjinal toplum veya mitolojik kayıtlar hariç erkeğin ön planda olduğu kadının ise ancak teslimiyet gösterebildiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu zehirin bu kadar yerleşik olmasının esas sebebi yeni nesil kadınların zihnine yerleştirenin eski nesil kadınlar olması muhakkak. Erkeğin fiziksel gücü avcı ve toplayıcı zamanlarda belki onu önde bir konuma yerleştirmiş olabilir ancak yaşadığımız modern çağda sadece fiziksel özelliklerini kullandığı işlerde çalışanlar genelde toplumun en alt tabakasını oluşturuyor.

Birkaç adım öteye gidersek zihin ve öngörü gibi yetenekleriyle toplumda var olan insanlar özellikle bu fiziksel özelliklerini geride bırakmaya başlıyorlar diyebiliriz. Bu durum oluştuğunda teoride kadınlar artık daha fazla rekabet alanına girebilecek şansı elde ediyorlar. Tabii ki eski düşünce yapısı ve toplumların "hala" ulaşamadığı medeniyet seviyeleri nedeniyle kadın yine de eşit rekabet hakkına sahip olamıyor.

Bir süredir çok popüler olan sosyal medya içerisinde tam da bu konu nedeniyle bazı kadınların çizdikleri yollar çok dikkatimi çekiyor. Özellikle bu kadınlar sergiledikleri ödün vermez duruşlar, edindikleri kariyer başarıları ve birey olduklarını kanıtlarcasına özgür tavırları ile ön plana çıkanlardan. Bunu yaşlara göre sınıflandırmaya bile gerek duymuyorum zira hemen her yaşta bu tarz "güçlü" veya "parlak geleceği vaadeden" kadınlara rastlayabilirsiniz. Bazı kadınlarda ise merakımı cezbeden bu olumlu gelişmeleri gölgede bırakacak kadar korkunç bir durum vukuu buluyor ne yazık ki. Kadın bir erkekle birleştiriyor hayatını.

Ben ilişki hele ki evlilik düşmanı bir insan hiç değilim. Ancak hangi tür ilişki olursa olsun taraflardan biri diğerine sürekli teslimiyetle bağlanıyorsa ve karşısındakinin hayatında çözünüyorsa orada dünyalar başıma yıkılıyor. Sen ki küçük yaşların sınır tanımazlığını, onlu yaşların duygusal uçurumlarını içmişsin... Sen ki yirmili yaşlarında korkunç yalnız ve zorda kalmış ama belki otuzlu yaşların başında hepsini alt etmişsin... Dişinle tırnağınla kazıyarak bir hayatı yoktan yaşamak durumunda kalmışsın, nasıl bu kadar kolay ve hızlı bir şekilde "sanki aslında hep bunu aramışsın" gibi başkasının hayatında bir eklem, bir uzva dönüşebilirsin.

Ben de çok yalnız kalabilirim ki aslında hepimiz çok çok yalnızız. Ancak yalnız olmamızın bize büyük lutfu olan birey olabilme özelliğimizi, en başından beri örüp gittiğimiz karakterimizi, düşünce yapımızı ve fikirlerimizi nasıl bu kadar kolay hiçe sayıp başka birşeye dönüşebiliriz ki? Sen o rivayette bahsedildiği gibi sadece bir kaburga kemiği olarak yaşamaya nasıl adayabilirsin kendini? Geldiğin yerin kökeninin hiç mi kıymeti kalmıyor gözünde? Bunca yaşadıkların sadece "zaman geçirme" miydi yani? Peki hayatına eklemlendiğin o insan gün gelip evrimleştiğinde senden ayrılmak için gözü yeterince kararırsa önceki hayatına ne yüzle dönebileceksin?

Nice ideolojileri veya siyasi görüşleri, bütün fikirleri ve duyguları anlamasam inanmasam bile kabul edebilirim bir şekilde. En kötü izole edebilirim zihnimi bunlardan. Ancak kendi bireyliğimi yaralıyor bir insan evladının en büyük özelliği olan bireylik hissinden vaz geçmesi. Ucu bana dokunuyor yahu!

29 Haziran 2011 Çarşamba

Pozitif elektrik 290611

-Sabah uyandığında hatırlamadığın bir numaradan güzel bir SMS görmek
-Geç çıktığın kafe katında sevdiğin sandeviçten kalmış olması
-Akşama güzel bir plan olduğunu hatırlamak
-Herşeyiyle Barış Manço :)

28 Haziran 2011 Salı

Zora koşanlar...

Tüm ilişkiler basma kalıp aynıdır. Oyun yüz yıllar önce yazılmış aslında, yalnız sinema daha icad edilmediğinden tiyatroya uyarlanmıştır. Nesiller boyu karakterler sürekli değiştiği için yorumlamaları değişiyor yalnızca yoksa metin hep aynı anlayacağın. Bu oyun o zamanın şartlarının çok ötesinde yazılmış da günümüze gelebilmiş ve hatta izleyicilerin de oyuna dahil olabildiği "interaktif" yapı da sırf bu şenlik için geliştirilmiş yoksa şimdiye çoktan tükenirdi nefesi.

Sonuç olarak her bir oyuncunun kendi yorumunu çok farklı gördüğü, oyun başlarken "bu dünya tarihinde bir ilk!" manşetiyle reklamını yaptığı, ancak oyun bitip de evine gittiğinde tüm diğer eski oyuncular ile birlikte aslında aynı metni oynadığını fark ettiği bir oyun var ortada. İlişkiler üzerine yazılmış diğer tüm şarkılar,filmler ve ufak oyuncuklar bu büyük metnin belli bölümlerine referanslardan ibaret olunca haliyle kendi hikayenizden parçaları dışarıda gördüğünüzde "hah" diyorsunuz "işte benim yaşadığımı anlatıyor". Halbu ki hepimizin de yüz yıllardır yaşadığı sadece bu.

Hepsinin aynı olduğunu en arkada oturan ve interaktif oyuna dahil olmayan seyirci bilebilir ancak ne haddine sesini sahneye yetiştirmek. Kim dinledi ki şimdiye kadar onu? Dinlese ne olacak yeni bir oyun var mı bu oyun kaldırılınca sahneden...

Oyun aynı oyuncular farklı seyircilerde olaya ucundan kenarından dahil olunca aslında ilk yazıldığında çok temiz ve sonuca ulaşan bu hikaye yok yere dallanıp budaklanıyor. Çıkmazlara sapıyor bazen, açmazlara kimi zaman. Hayatın hali hazırda epey örselediği veya hiç dokunmayıp güçsüz bıraktığı oyuncular ise bu açmazlara katlanamıyorlar bazı bazı. Kısa kesiyorlar oyunlarını.

Oyunun atmosferindeki bazı karakterler karşılarındakini olduğundan çok fazla görürken, bazıları hiç mi hiç kıymet bilmiyor hor görüyor ancak bir kere büyü bozuldu mu seyirciler o halden çıktılar mı kattiyen dönemiyorlar aynı ruha. Kimse tekrarları sevmez ki! Bazen eski ünlü oyuncular tekrar sahneye dönüp eski seyircilerinden kalanları yeniden heyecanlandırır ya hani. En fazla o kadar etkileyici olabilir tekrarlanan oyunlar işte. Eski görkemlerinin gölgeleri yalnızca.

Şimdilerde oyuncular o kadar çok ve oyunlar kurmak o kadar kolay ki, kimse güvenemiyor da oyununa ya da gözleri hep başka oyunculara kayıyor. Kendi oyununa sahip çıkmak çok zorlarına gidiyor olmalı bunu anlayabiliyorum. Kusurları gözlerine batıyor ister istemez. Zaten kendi başına var olmak bu kadar zorken başkalarıyla var olmaya çalışmak korkunç bir uğraş oluvermiş.Hele insan kendisini bu kadar zor kabul edip sevebilirken, başkalarını oyuna dahil etmek çığrından çıkarıyor işi.

İlişkiler oyunu hiç kolay değil gerçekten. "İki kişi biribirini sevdi ve sonsuza dek mutlu yaşadılar" dile kolay! İki gönül bir olunca da bitmiyor iş illa araya hayat giri veriyor dinine yandığım. Aileler giriyor, ya para pul giriyor ya da yokluğu. 3 yaşında başına gelenler 33 yaşında eşine kötü davranmana sebep oluyor engelleyemiyorsun. Öyle ya da böyle zora koşuyorsun kendini ve karşındakini. Ancak sabırla sürebilir bu çağda ilişki oyunu güven bile imkansız neredeyse çünkü. Ancak karşılıklı ve danışıklı sabır huzur getirebilir...

İlham notu: Bülent Ortaçgil - Bu su hiç durmaz... "Sen kendine önlemler aldın, ben kendime yasaklar koydum, bu su hiç durmaz..."

26 Haziran 2011 Pazar

Pozitif Elektrik 260611

-Çok sevdiğiniz eski bir şarkının akla gelmesi
-Her zaman geçtiğiniz bir muhitte bir seferindeki o şahane koku
-Temiz ev
-Duş aldıktan sonraki yeni nevresim takımı

Negatif elektrik...The begining

Eskiden (piyasadaki her dergiyi okuduğum zamanlar) Kemik isminde bir dergiyi de takip ederdim. Burada "Negatif elektrik" isimli bir bölüm arada aklıma gelir. Konsepte göre hayata dair çok basit ancak kişiyi hakikatten rahatsız eden durumları okurlar paylaşıyorlar... Demin başıma gelen bir durumla arada sırada buraya bazı negatif ve pozitif elektrik durumları yazmaya karar verdim...

Kafanın arkasındaki başınızı duvara dayayınca canınızı yakan sivilce
Tuvaletten sıçrayıp poponuza değen su damlası
Sabah 9 da kalkıp öğlen 2 ye kadar bir türlü acıkmamak
Uykuya tam dalacak gibiyken ışığın açık olduğunu fark etmek
Ay sonu...

31 Mayıs 2011 Salı

"NE VERİMLİ AĞAÇMIŞSIN BE!"

Saim'in, kahvenin karşısındaki pembe boyalı evin kızına tutulduğu haberi de böyle karşılandı. Anahtar deliklerinden giren hava gibi, rüzgâr gibi her eve yayıldı. İçleri ısıttı, hayalleri günlerce oyaladı durdu. Günün on saatine yakın bir zaman Hacı Emin'in kahvesinde kâğıt oynayan Saim boyuna cumbada görünen, daha doğrusu biçimine getirip boyuna kendini gösteren o bir içim su kıza neden sevdalanmasın?

Bunca oyunu kaybettiyse onun yüzünden. Olmayacak zamanda pencerede görünüp kaybolması yüzünden. Bir saatte tam üç kere entarisini değiştirmesi yüzünden. Yoğurtçu diye bağırıp yine de gözünü kahveden ayırmaması yüzünden. O kız olmasaydı, ya da evleri kahvenin karşısında olmasaydı, boyuna pencereleri açıp açıp kapamasaydı, Saim her oyunda ama her oyunda elin acemisine yenilip, adı gazoz ağacına çıkar mıydı? Bir gün yabancı biri gelmişti kahveye, oturur oturmaz garsona: “Evladım, çabuk bir gazoz bana yandım” demişti de, Saim'in arkadaşlarından biri, tabela İsmail yüzsüz yüzsüz gülmüş “Efendi amca” demişti Saim'i göstererek “gazoz ağacı burda, oyna bir el pişpiriğini iç gazozunu.”

Kimi kez kızar gibi olurdu bu sözlere, ta içinden bir ateş kalkar, bütün damarlarına yayılır, dövüşecek, kahvenin altını üstüne getirecek gibi olurdu.

Kimi kez duymazdı bile. O vardı ya karşıda, karşı evde. Pencereyi açsın kapasın “Yoğurtçu” diye bağırıp kahveye baksın da, isterse her oyunda yenilsin, isterse gazeteler yazsın gazoz ağacı olduğunu, ne çıkardı! O ömründe o güne dek bilmediği öylesine bir duyguydu. Ne tuhaf, ne anlaşılmaz şeydi öyle, alıp yere çarpmış paçavraya çevirmişti onu. Daha görünmesine fırsat kalmadan, perdelerden biri kalkınca elindeki tüm kâğıtlar birbirine karışıyor, ne onluyu dokuzludan ayırt edebiliyordu, ne de kızı bacaktan. Rastgele vuruyordu kâğıdın birini yere. Vurdu mu da karşıdaki güm diye pişpiriği yapıştırıveriyordu. Ondan sonra kahkahalar, alaylar, bağırmalar… Bu arada kız görünüyordu. Saçlarını yeni bir biçimde yapmıştı. Bugün elbise değişmiş miydi? Düşünür, dalar giderdi. Derken ikinci pişpirik. Yeni kahkahalar alır, bağırılırdı.

“Ne verimli ağaçmışsın be” derlerdi.
~~~

Sabahattin Kudret Aksal (1955 Sait Faik Ödüllü Hikaye)

7 Mart 2011 Pazartesi

Kedidir kedi..!

Bu özel bir fobi veya kendi kendime geliştirdiğim bir hassasiyet olabilir ancak son dört yıl içinde istenmeyen ziyaretçilere karşı oldukça tetikte uyuduğum bir gerçek. Konu mal kıymeti ya da kaybetme korkusundan çok öte çünkü daha önceden bir kere kapımın önünden bisikletimi ve daha kimbilir ne kadar çok ufak tefek eşyamı çaldırmışımdır. Burada beni tedirgin eden evde varlığından haberim olmadan birilerinin dolaşıyor olması.

2006 yılının Aralık ayında tam da böyle bir olay başıma geldi ilk kez. O sene daha taze anneannemi kaybetmiştik. Onu kaybettiğimiz evde yaşayamayacağımıza kanaat getirip Küçükyalı'da çok sevimli bir eve taşındık. Olaydan üç gün kadar önce kardeşim Özberk apandist ameliyatı geçirmişti ve evde yatar durumdaydı. Annem benden yarım saat kadar önce evden çıkıp okula gidiyordu benimse sekize kurulu saatimin çalmasına 15 dk vardı. Baş ucumda dizüstü bilgisayarım ve onun üstünde de malı kıymetli bir arkadaşımdan aldığım hallice bir fotoğraf makinası duruyordu. Bir elin bu fotoğraf makinasını tutmasıyla yataktan fırladım. O kadar hızlı kalkmıştım ki gözümün bulanıklığı geçmemişti henüz ve odamın kapısının çarpılarak kapandığını ucu ucuna görebildim. İlk düşüncem bunu yapanın kardeşim olmasıydı ancak birkaç saniye içinde onun ameliyatlı olduğunu hatırlayarak kaçanın peşine koştum. Ben odamın kapısını açarken o sokak kapısını çarpmıştı. Ben sokak kapısını açtığımda ise o çoktan apartman kapısından fırlayıp gitmişti. Peşine koşacakken içerde yatan kardeşim aklıma geldi ve bırakıp o tarafa yöneldim. Şükür uyuyordu.

Sonrası klasik hikaye. Gelen polisler kaybolan eşyların tespiti (bir dizüstü bilgisayar,2 cep telefonu, benim cüzdanım, pantalonumun ceplerindeki biraz bozuk para) ve hırsızların izlediği yolun tartışılması. Biz İstanbul'lu diye gezeriz ortalıkta ama çocukluğumuzdan beri hep çok sakin semtlerde oturmuşuzdur. Bırakın gece yatarken kilitlemeyi belki evden çıkarken bile kilitleme alışkanlığımız olmadı. Bu 1999 depreminde kilitli bıraktığımız kapıyı çilingirin 2.5 saat uğraşıyla açmasından da tevekkeli bir alışkanlık. O evin kapısının da çok eski ve aslında ne kadar kolay açılabilir olduğu da o zamana kadar dikkatimizi çekmemişti doğrusu.

Bu kısımları geçersem biri(leri) güpe gündüz annem evden on dakika önce çıkmışken, ben ve kardeşim uyurken eve girmişler, Özberk'in baş ucundan dizüstü bilgisayarını ve telefonunu almışlar, benim odama gelip kapının arkasından motosiklet kıyafetlerimi çıkarıp mutfak zeminine sermişler ve ceplerini aramışlar. Tekrar odama gelip telefonumu ve cüzdanımı aldıktan sonra o(nlar) fotoğraf makinasına dokunana kadar uyanamamışım bile!

O günden sonra aylarca bana uyku haram oldu. Dışarıda kuş kanat çırpsa uyanıp sağa sola bakınır bir halde buldum kendimi. Çok gürültülü bir semtte yaşamıyorduk ancak illa her saat apartmanda aşağı yukarı hareketler. Alt kattaki otopark'a giriş çıkışlar beni sürekli tedirgin durumda bırakıyordu. Dört ay sonra da babamı kaybetmek sinirlerimi iyice yıpratmıştı doğrusu. Zaten 2006 senesi kazalar, ölümler ve ameliyatlarla geçimişti 2007 de hiç aşağı kalma niyetinde değildi doğrusu. Benim bu tedirgin uykularım hayatımıza Mayıs ayında giren kara kuru bir yaratık sayesinde biraz biraz hafiflemeye başladı. Dünya tatlısı köpeğim Serseri için daha önceden baktığımız bir sürü hayvanı(tavşanlar,kediler,köpekler,kaplumbağlar,kuşlar..) hep birilerine verme eğiliminde olan annemle bu kez epey bir kapıştık ve zaten tüm ihtiyaçlarını benim giderdiğim bu dünya tatlısı nihayet bizimle kaldı.

Oğlum her kapıya birileri yaklaştığında o bebek halinde bile viyakladığı için bir süre sonra sadece onun sezgilerine güvenmeye alıştım. Sonuç olarak artık kendi özel biyolojik güvenlik sistemimiz vardı ve cüssesine bakmadan geceleri bizi o koruyordu.

Bu rahatlığım 1.5 yıl sonra kendi evime geçene kadar sürdü. 2008 de iki arkadaşımın yanına taşındığım evde gece trafiği oldukça yoğundu bu da benim eski kötü alışkanlığımın geri gelmesine sebep oldu. Bursa'da büyümüş bu iki adamı İstanbul'da hele ki Şişli gibi merkezi bir yerde güvenliğe daha fazla önem vermeleri konusunda ikna etmek çok zor oldu. Öyle biz beraber yaşamaya başladıktan ancak altı ay sonra o da evimizin kapı kilidinin kırılmış olduğunu ancak kapıyı ben kilitli bıraktığım ve büyük ihtimalle hırsız iş üstünde yakalanmaktan ucuz kurtulduğu için içeri girilmesine ramak kalınmış olduğunu gördüğümüzde onları da kapıyı kilitlemeye alıştırabildim.

Benim bu tedirginliklerim, gecenin üçünde her kapıyı açanı yataktan zıplayarak karşılamalarım, ev arkadaşlarım ve onların misafirleri arasında hızla alay konusu oldu tabii ki. Ancak bu da değişecekti. Bu halde beraber geçirdiğimiz 9 ayın ardından ev sahibi ile anlaşamayıp hemen yandaki binaya taşındık. Herşeyiyle daha güzel olan bu ev biraz daha huzur verir diye düşünmüştüm ancak tedirginliklerim devam ediyordu. Ev arkadaşlarım hatta onların tüm yakın çevresi benim bu halimi iyice kanıksamışlardı artık. 2010 Şubat ayında tam "herşey oluruna vardı" diye düşünürken son bir olay daha patlak verdi.

İnanılmaz rüzgarlı bir gecede herkes evdeydi ve hatta arkadaşlarımdan birinin iki misafiri daha vardı. Gece vakti hava öyle bir patladı ki apartmanın en üst katındaki kontraplak malzeme uçarak sokağa arabaların üzerine düştü. Sabah uyandığımızda yanımdaki odada kalan arkadaşım şirkete ait iki cep telefonunu bulamadığını söyledi. Dolanırken odasının balkonuna çıktık ve manzara gerçekten aklımızı başımızdan aldı. Sokağa düşen kontraplağı fırsat bilen bir hırsız bunu arabaların üzerine koyarak bir rampa haline getirmiş ve arkadaşımın odasına dalmış. O anda evde olan 25 yaş üstü beş erkeğe rağmen uyuyan arkadaşımın baş ucundaki iki telefonu ve deri ceketinin cebinden cüzdanı ile pasaportunu almış. Yukarı çıkmasını sağlayan rampaya güvenememiş ve asılı olan çarşaflardan birini halat gibi aşağı sarkıtarak masalsı bir kahraman edasıyla kaçmayı da başarmış.

Bu olayın üzerine öncelikle o balkona demir parmaklık yaptırdık. Hatta o arkadaşım bir daha odasının kapsını kitlemeden uyuyamaz oldu. Ben tabi yine aynı tavşan uykusu alışkanlığıma devam eder halde kaldım.Üçüncü arkadaşımız başka sebeplerle de olsa beş ay boyunca o evde kalmadı bile.Sene içinde ev arkadaşlarım ayrıldılar ve ev bana kaldı. Gece trafiği sakinleşse de benim gece psikozlarım halen devam ediyor ne yazık ki... Belki çok kayda değer bir yazı olmayacak bu ancak uzun süredir kafamı kurcalayan bu durumu uzun uzadıya paylaşmak istedim...

17 Şubat 2011 Perşembe

Gelecek planları..

Kariyer ve ilişkilere dair planlar hep araya girse de yok sayarsak aklımda çok uzun zamandır yapmak isteyip ertelediğim deneyimleri, görmek istediğim yerleri bir toparlamak istedim...

Motosiklet ile Karadeniz turu...
Motosikletçiler için haç ziyareti gibi birşeydir Karadeniz turu. Benim kadar uzun süredir bu işin içindeyseniz ve bilimum forum veya blogları takip ediyorsanız onlarca motorcunun yaptığı gezilerden binlerce fotoğraf karesine takılmışsınızdır. Sümela Manastırı'nı uzaktan gören köprüde fotoğraf çektirmek, yaylalarda yağmura yakalanmak, çok çok lezzetli mıhlamalar yemek, Hamsi köyünün bırakın hamsi balığını denizle bile uzaktan yakından alakasının olmamasına şaşırmak... Bu rotada tonla yapılacak şey var ancak her güzel gezi gibi zaman ve para istiyor. Motorunuza güven istiyor. Ancak en önemlisi kendinize güven istiyor. Ben mesaili çalışan ve yıllık izin tarihlerini aylar öncesinden belirleyip uymak zorunda olan bir beyaz yakalıyım. Dolayısıyla böyle bir gezi için yanıma yandaş bulmam oldukça güç. İkinci bir motorcu ile çıkmak bu yol için oldukça kolaylık sağlayacak ancak sanırım artık gözümü karartmam lazım... Belki bir artçı kandırabilirim en azından...

Dalış brövesi konusu...
Çok küçük yaştan beri su altına merakım büyüktür. 13-14 Yaşından beri babamın yazlığında zıpkınla dalardım, neredeyse hiç balık vuramasam bile o büyülü ortam beni hep çekerdi. Yıllar sonra yine bir motosiklet gezisi sırasında ilk "Deneme Dalışı" 'mı gerçekleştirdim. Bir türlü bu işe de para ayırmadığımdan ötürü "yıldız" diye tabir edilen brövemi hiç almaya yeltenemedim. Belki 20 kere brövesiz deneme dalışı yaptım ve hep bu işe ciddi olarak girmeye özendim. Biraz da Enduro yarışlarında olduğu gibi bu işe ekstra para akıtmam gerekeceğinden endişelendim sanırım. Serhat abi'mi "bana uygun bröve kursu" bulsun diye kaç kere aradım emin değilim ama her seferinde aynı sevinçle karşılayıp (sanki o gün başlayacakmışım gibi) sonra da beni bu hiç konuda sıkıştırmadı sağolsun...

Yurt dışı seyahati
Uzun süredir motosiklet kullandığım için yurt içindeki hiç bir tatilimde uçağa binmek gereği duymadım. Saatlerce süren yollar, minimum kıyafet ve konfor bana hiç zor gelmedi ki hala da gelmez. Ancak uzun süredir aklımda kalan yurt dışına gidip bize hiç benzemeyen başka bir ülke görme isteği sadece uçak ile yapılabiliyor. Ayrıca pasaport ve vize işlemleri de her zaman gözümü korkutmuştur. Geçen sene İngiltere'deki bir arkadaşımı görmek konusunda heyecanlanalark nihayet pasaport adımını hallettim. Ancak sonradan aramız bozulduğu ve araya başka konular (kariyer ve ilişkiler aynı anda) girdiği için bu arzumu gerçekleştiremedim. Arjantin Tango'sunda ilerleme kaydettikçe yurt dışında bir festivale konuk olma fikri git gide daha çok cezbederken beni bu sene yeni bir ihtimal de çok heyecanlandırdı doğrusu. Berlin'de 9-12 Haziran'da yapılacak bir festival bana pek çok hayalimi aynı anda gerçekleştirme fırsatı verecek. Tabi fırsat bedava değil ancak bu yaz elimde bu imkanların olabileceğine inancım tam. Kısmet olursa planım şu şekilde. Mart ayının başında kendimi biraz sıkıştırmak pahasına Haziran için gidiş dönüş uçak biletimi 3-13 tarihlerine alıyorum. Nisan'da yıllık izinler belirlenir belirlenmez vize işlemlerine girişiyorum ve eksiklerimi tamamlıyorum. Planım festivalden önceki 3-4 günü Berlin'de hiç kalmadan Amsterdam'a geçerek orada geçirmek. Sonra dönüp Berlin'i de mümkün olduğunca gezerek festival'e katılmak. Son 4 günü festival ile geçirip 13 ünde Istanbul'a dönmek ve bu tatlı tatili sonlandırmak. Kendimi bildiğim için bu işe ne kadar para ayırırsam o kadar para harcayacağımı da çok iyi biliyorum. Sırf bu yüzden ileriye borç bırakmadan bu işe ne kadar para ayırabilirsem şimdiden ayıracağım... Böylece hem görmeyi çok istediğim iki yabancı ülkeyi görmüş, yabancı bir ülkede Tango yapmış, Avrupa'da dolaşmış ve ilk kez motosikletsiz kendi kendime bir tatil yapmış olacağım...

Dönüp dolaşıp aklıma düşen bu üç ana hayalimin en az ikisini bu seneye sığdırabilmek istiyorum. Diğer ufak tefek aklıma gelip de ertelediğim şeyler araya girmeden bu planlarımı başarıya götürmek hakikatten çok zor ve keyifli olacak.

27 Ocak 2011 Perşembe

Bekleyiş...

İsmi belli olmayan bu çok karakterli arkadaşım her sabah Yıldız IETT durağında taksi bekliyor :) Evet duraktakiler otobüs, durağın az gerisindekiler minibüs beklerken, bu arkadaşım her gün inanılmaz bir ciddiyetle taksi bekliyor.

Taksi gelince tabi arka koltuğa kurulup "Bebek!" demiyor, başlıyor bağır çağır kovalamaya. Önüne gelmeyen arkasındaki çevre yoluna sapan taksilere ise pis pis bakmakla yetiniyor. Görev bilinci yüksek bu arkadaşımın büyük sorumluluğu halkı toplu taşımaya sevk etmek sanıyorum. Kendisini çok seviyor canı gönülden kutluyorum :)

26 Ocak 2011 Çarşamba

Bu haftaki Bebek Kafası'ndan

Vedat Sakman abim anlattı, Bodrum'da yaşayan Yavuz adlı mimar arkadaşı, arabasında üç kızla gecenin bir vakti Bitez'e doğru gidiyor. Kafalar iki milyon. Bitez de yalısına varmadan gringo, jandarma durduruyor bunları: Alkol kontrolü. Yavuz diyor ki: " Hocam, hiç uzatmayalım, aşırı alkollüyüz, kızlardan birini vereyim sana, tatlıya bağlayalım!" Jandarma şok yaşarken, sen üç kız in arabadan, "Beni al,beni al!" diye jandarmanın yanında peri kızı gibi oyna!..."Aman abi, başımı belaya sokmayın, hadi gidin yolunuza" demiş jandarma.

18 Ocak 2011 Salı

Across the universe

Bir çeviri denemesi (Türkçesi güzel olabilecek şarkı sözü)

Words are flying out like
endless rain into a paper cup.
They slither while they pass.
They slip away across the universe.
Pools of sorrow waves of joy
are drifting thorough my open mind.
Possessing and caressing me.

Kelimeler kağıt bardakta sonsuz yağmur gibi uçuşuyor.
Geçerken gizleniyor ve kurtuluyorlar evren boyunca.
Hüzün havuzları, keyif dalgaları açık zihnimde sürüklenirken
sahip çıkıyorlar bana, okşuyorlar beni.


(Aslen: Beatless, Favori Yorum:Fiona Apple)

Kötü adamlar cici kadınlara karşı

Nuri Alço'yu hatılarsınız. Çok eski olmayan ancak yine de benim neslime eski gelen Türk filmlerinde çok meraklı, çok toy ve saflığına çok düşkün olmasına rağmen yeniliklere de oldukça açık bir çok genç kızı haplı gazoz olsun, sek viski olsun punduna getirirdi ve bir sonraki sahnede bu kızları Nuri Abinin uyanmalarını sigara içerek beklediği beyaz otel odası yatağında veya yine aynı yatakta tek başlarına çırıl çıplak bulurduk. (Tek uyandıklarında otel paralarını da onlar ödüyorsa çok fena)

Benim neslimin genç kızları ve bu genç kızların cefakar anneleri bu filmlerle piştikleri için böyle adamlara hiç mi hiç pabuç bırakmazlar. Özenle seçtikleri temiz! barlara gittiklerinde bile etraflarında yakın arkadaşları olur ya da en azından bilirler başlarına gelebilecekleri. En kötü kolay atlatırlar bildikleri bu tehlikeleri.

Son günlerde kafamı kurcalayan bu cici kızlarımıza musallat olan diğer kötü adamlar. Niyetleri belirsiz ancak aksini söyleseler de kesinlikle "ciddi" değil. Samimiyetlerinden samimiyetsizlik damlayan bu adamları ayıklamak ne yazık ki yine benim neslimin "cici kadınları" için oldukça güç. Yaşıtım cici kadınların ne yazık ki mutluluk ve huzur arayışı artık daha gerçekçi ve ellerinde tuttukları bir miktar huzurun kaçmasından öylesine korkuyorlar ki, kötü adamların taşkınlıklarına göz yummak zorunda kalıyorlar.

Niyeti ciddi olmasa da belli ve en azından motivasyonu samimi, ayrıca kadın(lar)ına düşkün hemcinslerimi , ki siz onlara "sevgilim,kocacım veya çapkın" diyorsunuz, bir kenara ayırabilirsem hayatından memnun olmayan, özel veya kamusal hayatlarında tatmin bulamayan kötü adamlar aslında hepimiz için en basitinden bir sinir harbi riski taşıyorlar. Bazı kadınlar ' "kötü kadınlar" yok mu? ' diye bu tek yönlü incelememi yetersiz bulabilirler. Ancak siz nerelisiniz bilmiyorum ama benim geldiğim yerde kadınlar erkekleri sarhoş edip köşelere sıkıştırmıyor ya da ofis mutfağında manasız el şakalarıyla rahatsız etmiyorlar.

Bu kötü adamların türlü türlüsü mevcut aslında. Kimisi alakasız bir sohbette "sevişirken de aynı böyle olmuyor mu?" diye ne kadar samimi! olduğunu vurgularken, başkası siz 5 dk uzağa gittiğinizde sevgilinize neden daha olgun veya daha genç erkeklerle birlikte olması gerektiğini anlatabiliyor. Sizi tamamen görmezden gelerek "merhaba" bile demeden direk sevgilinize yalap şap bir şekilde yapışan aslında samimi arkadaşı olmadığını bildiğiniz bazılarına ise tahhammül hakikatten çok güç. Peki neden tahammül etmeliyiz(m) bu samimiyetsiz samimi dış mihraklara? Artık yanımızdaki kadınlar Nuri Alço filmlerindeki toy kızlar değiller de ondan! Aksine gayet hayatta kendilerince tecrübeler yaşamış ve bir çok zorlu sınavdan geçmiş kadınlar bunlar. Hava baloncuğunda büyümüş bile olsalar illaki dünyanın bazı çirkinliklerinden haberdarlar aslında.

Peki problem nedir? Neden koruyamıyorlar bizim cici kızlar! kendilerini bu kötü adamlardan? Öncelikle kendisinde bu aşırılığı yapacak cesareti ve öz geçmişi bulan kötü adama bakmak lazım aslında. Bu adamlar bulunduğu ortamlardaki herkes tarafından sevilmese de bir şekilde lazım!, çoğunluk tarafından "katlanılıyor" olsa bile genel kalabalık içinde eğlenceli!, bize göre haksız sebeplerle bulunduğu pozisyona getirilmiş olsa bile gayet yetkili! olabiliyorlar. Bizim cici kız bu durumda çaresiz kalıveriyor gibi. Adam bulunduğu ortamda birileri tarafından isteniyor ve bizim kız "git" diyemiyor. Önceden farklı yanaştığı insanları rahatsız etmediği için cici kızın kötü adam hakkındaki tüm negatif eleştirileri muhtemelen "allah allah o da keyifli adamdır halbu ki" şeklinde karşılanacak. Hele söz konusu kötü adam, bizim cici kızın kariyeri hakkında söz sahibi ise ve bu kız kariyerinin o ana kadar ki oluşumuna güvenemiyorsa adamın sınır tanımaması çok muhtemel.

Diğer herkesin yanında durabileceği veya değer verdiği ilişkilerini bozabilecek bir kötü adam tarafından alenen taciz edilmek, hiç kimseye özel bir motivasyon vermeyi amaçlamadan sadece o gün fazla kısa! etek giydi veya ekstra süslendi diye önceden onu fark etmeyen kötü adamlar tarafından ezici veya yüceltici ama aslında rahatsız edici yorumlar almak, laf arasında ağzının üstün körü yoklanmasıyla bariz ve seviyesiz tekliflere maruz kalmak, kendine göre "hayır canım kesinlikle aramızda öyle bir iletişim yok" diye sevgilisine telkinde bulunduktan bir süre sonra aynı kişi tarafından rezil edilmek... Bunlar bizim cici kadınların başına geldiğinde muhtemelen sessiz kalmayı tercih edecekleri, huzurlarını korumak adına sineye çekecekleri durumların sadece bir kaçı. Elbette her kadının limiti bu konuda da farklı ve kısmetse bir noktada artık bazılarına "dur" diyebileceklerdir ancak umalım ki iş işten geçmiş olmadan.

Peki bu cici kadınların birlikte olduğu jönlerin durumu ne olacak? Bazı kötü adamlar o kadar arsız ki bu eylemleri jönlerin yanında bile gerçekleştirebiliyorlar ya da en azından olayın ertesinde cici kadın tüm sadakatiyle jönüne olayın detaylarını anlatıyor. Bu noktada sinir harbi ve sabır savaşı aynı anda patlak veriyor işte. Önü alınamaz bir öfke size suçlunun cezalandırılması gerektiğini haykırırken, sabrınız bunun yanlış olduğunu, sizin varlığınızda kendini koruyamayan kadınınızın sizin yokluğunda bu tehlikelere ne kadar açık olabileceğini telkin ediyor size . Bazı jönlerin sabır eşiği o kadar düşük ki her benzer tehditte kuduz köpeğe dönerek etrafa saldırmaya başlıyor. Kadınını küçük düşürmesi bir yana(bazı kadınlar bunu sevebilir bile!) bu hali ancak iki sonuca yol açabilir, ya artık kadını kendinden birşeyler saklamaya başlayacaktır ve bizim neslimiz annelerinin hep üstlendiği tampon görevine erken başlayacaktır ya da bu öfkeyi kendi keyfine göre yönlendirmeye çalışarak hastalıklı bir yol seçecektir. Kendi yorumum bu ancak bu tür dış etkilerde çözümü sürekli jönünün öfkesinde veya tepkisinde bulan kadın hakikatten bir çok yönden eksik bir bireydir.

Memeli erkeklerin üreme iç güdüleri doğa da ne kadar kuvvetliyse, kadınların da beğenilme iç güdüsü türünün devamlılığını sağlamak adına bir o kadar kuvvetlidir. Benim neslimdeki her kadın kuyruk tüylerini sonuna kadar açan tavuz kuşları gibi gezmese de eminim onların da bu doğal güdünün kırıntılarına sahiplerdir. Benim neslimdeki olgun kadın artık etrafa yaydığı elektrik kadar etraftan topladığı ilgi ve alakayı da süzebilmeli, gerektiğinde engelleyebilmelidir. Tedbirlerini önden alır ve diğer tecrübelere de kulak verirse aslında hiç zor durumda kalmasına gerek bile olmayabilir. En kötü durumda bile bu olay başına gelmiş ve iş işten geçmişse bunun tekrarlanmaması için daha dışa dönük ve kendinden emin olmayı başarmak zorundadır. Genelde pozitif durumlar için düşünülse de bu durum kadının başına bir kere geldiğinde şanssızlık, ikinciye vuku buldğunda tesadüf ancak üçüncü kez tekrarında kesinlikle istikrar halini almıştır. Kadın her ne kadar bu durumdan rahatsız olduğunu defalarca vurgulasa da ya beyninin bununla savaşabilecek kısmını tamamen kapatmakta huzur bulmuştur ya da bu durum zaten kendisinin de içten içe kabullendiği ve kontrol etmeye çalıştığı ancak arada dozunu tutturamadığı bir hale gelmiştir. İki durumda da bu durumlara tahammül etmeye çalışan jön bir süre sonra illaki salak durumuna düşmeye mahkum olacaktır.

Aile ve arkadaş kisvesinde, ekonomik ve sosyal engeller halinde hatta kendi iç savaşlarımızın yaraları şeklinde bir çok dış ve iç mihrak bizim çok zor elde ettiğimiz mutluluklara göz dikmişken bir de bu samimiyetsiz samimi hatta sinsi kötü adamlar çıktı başımıza. Sen! bizim kızlara güç ver.

Not: Biterken Yolda_Cilli Güzelim(Akustik) çalıyordu... Bu grubu herkese tavsiye ederim!!!
http://www.yoldamuzik.com/

3 Ocak 2011 Pazartesi

Ne zaman geldin ruhum?

Bağırsam sesim gelir mi? Gelirse sana coşku dolu mu olur yoksa rüzgarın kulağına çaldığı bir yanılsama gibi mi? İnan şimdi hiç bilemiyorum. Ancak eğer ben kötü bir alışkanlıktan ibaretsem ve şu anda sana sesleniyorsam beni dinlemekle iyi edersin gibime geliyor.

Bu hayatı ben yaşıyorum her halukarda. Önce alışkanlıklar ediniyorum sonra çok alıştığımda bu alışkanlıkları yadırgıyorum. "Başka alışkanlıklarım şimdi nerelerde?" diye sorup duruyorum kendime. Çok sevdiğim o dostum şimdi nerede? Hala bana küs mü? Dün tanıştığım arkadaşım beni kaç kere aklına getirdi acaba bugün? Eski sevgilim beni bir daha ne zaman arayacak? Bana ne soracak? Cevap verebilecek miyim? Kızgın, kırgın mı olacak yoksa soğuk ve uzak mı?

Boynum üşüdüğünde giymeyi sevdiğim boğazlı kazağımı tam bundan bir sene önce ölen yavru kızımı veterinere götürürken kullanmıştım ve beraberce çıktılar hayatımdan. Kızımı kendi kendine değil de bu kazak aklıma geldiğinde özlemem ve hatırlamam akıl alır şey değil. Ondan bile eski bir alışkanlıkla hatırlıyorum bir sene önce delicesine sevdiğim bir varlığı.

Eskiden şu da yoktu beriki de öyle ve şimdi onsuz olamıyorum bile, bu kadar hızlı mıyım ki ben bu uyum sağlama çağında? Başkaları nelere ne kadar hızlı uyum sağlıyor ya da geride kalıyor, bilemiyorum hiç. Uzay zaman devamlılığında yalnız başına bir sünger gibi çekiyorum içime yepyeni hallerimizi. Bazılarının içinden geçip giderken benim özüme katılıyor gibiler adeta. Hatırıma gelince taptaze çıkarıyorum afallıyor dostlarım, korkuyorlar hatta. Bunun bir sonu olmalı, uzayda kapladığım mekan git gide artıyor zira. Uzayda mekan çok ama bedeli de bir o kadar yüksek olabilir. Yine de kapladığın zaman'ın bedeline yetişemez bile.

Sanırım alışkanlıklara bunun için sahip çıkılıyor bu kadar. Yeni alışkanlıklar zaman alıyor, e masraflı dolayısıyla. O zaman hiç bulaşmamak en iyisi. Ben şimdilik gençliğin verdiği hovardalıkla elimde bol olan bu zamanı ve mekanı biraz da müsrifçe harcıyorum.

Beni alışkanlık haline getirenlerin kalplerini kırsam da bazen, bu vicdanı da sırtıma yükleyip yürümeye devam ediyorum ben. Ruhumsa peşimsıra geliyor.

Biterken "Pixies_Where is my mind?" çalıyordu...