29 Kasım 2009 Pazar

Sıkıntılı tavuk...

Bursa garajında bir
tavuk var tek başına

Çamur içinde...
Nasıl sefil bir halde.

Otobüslerin altında
insanların arasında
dolanıp duruyor...

20 Kasım 2009 Cuma

Gönlümüzü dağlayan şarkılar...

Unutturum. Biliyorum yaparım bunu yapabilmiştim çünkü. Bir de şu şarkıyı hiç bilmeseydim keşke. Aklıma gelmese ikide bir canım çekmese dinlemeyi daha da çabuk unuturdum.

Çok tehlikeli bu şarkılar canımın içi. Belki hiç yaşamadı senin yaşadıklarını bu şairler ancak ne de güzel anlatmışlar. Tıpkı senin halin! Ya da sana öyle geliyor da olabilir, ben bunu bilemiyorum sana baktığım yerden.

Evrensel bir klişedir böyle bir şarkıyı içki masasında duyunca oluşan "sevgiliyi arama isteği." Aramanı engelleyecek sağlam bir dostun yoksa yandın. "O" da duygulanmışsa ve sana karşılık verecekse hepten yandın be canımın içi.

Ben bu derdine çare olamayacağım bunu biliyorum ancak benim için birşey yaparsan bu şarkıların etkisini tersine çevirmenin bir yolunu öğretebilirim sana. Anlatayım...

Öncelikle sevdiğine çok kızacaksın. Ayrılığın kabahatlisi sen bile olsan onu her düşündüğünde bu negatif taraf da aklına gelmeli. Bunu yapabilirsen işin çok kolay. Şimdi seçeceksin sana onu hatırlatan şarkıyı yalnız çok dikkat et bu mutlu bir şarkı olmasın sakın. Mutlu şarkıda onu kötü düşünüp manik depresif hallere girmenin zamanı değil şimdi.

Sen hüzünlü bir ayrılık şarkısı seç. Öyle bir şarkı olsun ki hem özlemini kabartsın hem de şarkının içinde bol bol sitem olsun. Şimdi düşün onu hem de doya doya. Evet! Güzel! Şimdi de nefret et!

En mutlu anında surat yaptığı için nefret et ondan. Seni çok sevmiş de olsa gösteremediği için tiksin! Çok özendiğin veya çok uğraştığın bir emeğine gerektiğince tepki veremediği için küs onunla. Yıkıldığın bir anında yanında değil diye bağır çağır.

Sonra kapat hepsini açık kapıların. Oh! de benim için. Nasıl da hayırlı olmuş bu son! Şimdi bırak gitsin. Şarkı biterken ruhunun bu kısmı dağlanıp körelsin, izin ver buna.

Haluk Levent üstüne Dido dinle pazartesi sabahına birşeyciğin kalmaz canımın içi...

26 Ekim 2009 Pazartesi

“Bugün Pazar”

Bugün ilk defa güneşe çıkardılar beni.
Ve ben ömrümde ilk defa güneşin benden bu kadar uzak
gökyüzünün bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.

N.Hikmet...

23 Ekim 2009 Cuma

GİT!!!

Ben seni mi sevdim?
Kendimi sevdim kendimi...
En fazla istediğim sendin
Ama sevmedim...

Suçluyum senin de kendini sevip
Beni istediğin kadar suçluyum
Kendimden verebildiğim kadar da hafif yüküm
Bedenin kadar ağır...
Hesap vermekten kaçamayana kadar
Görmesin seni gözüm...
GİT!!!

Bu ay gideceğim oyunlar...

Tekrar Çal SAM!
Bekleme Odası
Bozuk Düzen
Gizli Oturum
Tarla Kuşuydu Juliet

16 Ekim 2009 Cuma

...
All days and one night lay on my bed.
The way your golden locks spread

Take me in to your aura with the smile
Hold me there with the smell

Savage fire burns me within
Feeling my blood run under your skin
Oh sweet woman, oh my goddes
Let me worship you one more time
Take me the same way again...

I'm all yours to scorch me
Harder to play your game don't you see?
Slaved to your rules
Chained to your voice
Enchanted with your glare
Flavor fading in my mouth
Waiting for my queen come back to me...

2 Ekim 2009 Cuma

Çöp adamlar ve kadınlar...

Dünyaya yalnız geliyoruz. Neyse ki geldiğimiz andan itibaren kalabalıklar ve kitlelerle sarılı buluyoruz kendimizi de hayat bize yalnızlığımızı ve bireyliğimizi hatırlatana kadar epey bir zaman geçmesi gerekiyor.

Bu kişiler deryasından insan parçalarını düzenli düzensiz bir araya getirerek bir kolaj oluşturuyoruz ki bunlar bazen bir bütünü tamalayan bazense sadece tek başına güzel görünen parçalar oldukları için giriyorlar sanat eserimize.

Burada gösteriyor insan faktörü boyadan ve kağıttan farkını. Zira çürür beden bozulur. İnsan bedeni ağırdır,çürümeye de mahkumdur ve ne korkunç bir yüke dönüşür. Kolajından çıkarmaya çalışsan illa birşeyler bırakır hatta hamurunu bozar hayatımızın. Temizlenmez ve temizlenmedikçe zorlaşır çıkarması.

Ben işte bu insan çöplerinden çok yoruldum. Zorla mı duruyorlar hayatımda? Elbette hayır! Zamanında iyi niyetle,eski günlerin özlemiyle, bir iki saçma ortak hatırayla poh pohladığımız bu çöp insanlar git gide hayatımızda vaz geçilmez bir yer aldıklarını sanıyorlar. Yahut daha fenası biz onları öyle görmeye başlıyoruz. Halbuki yalnız gelmiştik...Ne değişti şimdi?

Birkaç düzine filozof bir o kadar da sanatçı veya ruh bilimci yüzlerce sebep sıralayacaktır bunlara. Yalnızlık fobisi, asosyallik korkusu, dışlanma korkusu... Kaldı ki bunlar sadece meşhur olanların sözleri de değil. Sabah programlarını telefonla arayanlar bile bunun farkında. Biz de çok iyi biliyoruz hayatımızdaki bu artık insanların, bize hiç bir fayda getirmediğini ve kafamızda gereksiz yer tuttuğunu...

En çok ilişki artıklarından çekiyorum çilemi ben. Kafamda uzun zaman önce kesip attığım ama yine de bir şekilde hayatıma dokunmayı başarabilmiş onlarca yüz. Pek çoğuna ben ilişmesem aylarca haber alamayacağım hatta ama yine de bir yerde şeytan dürtüyor çıkıveriyor elimden numaralar. Bir şarkı bir kokuyla tekrar ateşlendiriyor hafızamı. Tilkiler dolanmaya başlıyor ve arı kovanı işliyor. Boşa tabi...

Bu haller insanı kendiyle de çeliştirir ve kendinizi iki yüzlü bile sanabilirsiniz hatta iyi gün dostu. Arkadaşlarınla geçirdiğin iki haftalık bir tatilde hayatta aklına gelmezler de bir bayram sabahı yalnız bir güne uyandığında dank ediverirler. Hemen telefona sarılmazsan kesin hayatına yeni giren çok daha az eğlenceli birilerine sarılırsın. O zamanda bu kişilerin zoraki senin hayatına soktuğu kendi çöplerini karşılamış olursun...

Her halukarda önce can gelecek. İnsan kendini sevecek ve gerçek dostlarını yalnız bırakmayacak. Yine de değişecek insan, öncelikleri,dostları değişecek çevresi ve sevdikleri de. Bu süreçte çürüyen ilişkilerin kokusu çıkmadan zamanı gelecek kurtulmanın da...

Her insan yalnız doğar. Senin çöpün başkasının hazinesi hatta çöpün kendi dünyasıdır illaki. Yine de sana çöp işte. Artık atmalısın kafandan bu çöpleri. Sen ve sevdiklerin nefes alabilmeli artık... Zamanı geldi.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Neler Oldu Neler...

Bazıları blog yazmanın zorluğu olarak vakitsizliği, diğerleri ise konu yetersizliğini bahane edebilirler. Benimse bu geçtiğimiz 2 ayda vaktim de vardı ve başıma tonla da olay gelmişti ancak öteki blogum "Temasha" da olduğu gibi burada da bir "Yazar Tıkaması" yaşadım diyebilirim.

Ancak hayat hiç tıkanmadan akmaya ve türlü güzelliklerin yanı sıra bolca sıkıntılar da getirmeye devam ediyor ne yazık ki...

Geçtiğimiz Haziran ayının başında yıllık iznimin ilk kısmını kullanarak kendimi memleketim olan Çanakkale Biga'da babamdan kalan en özel hatıra olan küçük deniz evine attım. İki senedir uğramadığım evin bahçesi boyumdan uzun otlarla girilmez hale gelip içeride de elektrik o anda olmadığı için ilk geceyi hemen yandaki tanıdık otelde geçirdim.

İstanbul'da bıraktığım sıkıntılar beni buradaki ilk gecemde yakaladılar ve sabahı uyuyarak edemeyeceğimi anlayınca dışarı çıkarak bomboş Gürecialtı'nda dolaştım tek başıma...

Cebimdeki para gerçekten yetersiz olmasına karşın Çanakkaledeki canım Hemşom Seda Özkök sayesinde çok dolu 3-4 gün geçirdim. Bunun içinde evin otlarının budanması, ıssız kumsallarda deniz keyifleri, bir teknede geçirilen gece ve cabası tonla yolda bir birinden güzel müzikler eşliğinde seyahatle sıkıntılı hallerimi unuttum biraz. Tabi İstanbul'a dönüşte ilk yüzleştiğim de bunlar oldu...

Birçok arkadaşımın da başına geldiğini sonradan öğrendiğim ve buradan açıklayamayacağım bu sıkıntılı halin ardından bir süre sakinleşeceğimi düşünmekle biraz hata etmişim ne yazık ki...

Temmuz'un başında benim 8 aydır bulunduğum evin kontratı son buluyordu ve "pek sevgili" ev sahibimiz gelerek zaten Fulya'ya göre yüksek olan üstelik de bu sene kiraların sabitlenmesi yasayla kararlaştırılmış olmasına rağmen zam yapmak istedi ve biz de ona göre küçük ancak psikolojik olan bu zamma direnerek evden çıkmaya karar verdik...

Doğru karar verdiğimizi evrenin bize gülümsemesiyle çok kısa sürede öğrendik. Hemen yan apartmanda o zaman oturduğumuz evden çok daha iyi durumda ve üstelik 100 lira daha ucuz aylık kirası olan bir ev boşaldı, biz de eşyalarımızı sırtladığımız gibi bu yeni eve geçtik.

Geçmeden önce ödediğimiz tonla faturayla ve ortak aldığımız yeni Çamaşır ve bulaşık makinasıyla yeni bir sayfa şeklinde bu evde yeni hayatımıza yerleştik. Ancak eski ev sahibi durumumuzdan hiç memnun olmayarak yapılabilecek hiç bir saçmalığı ardımıza koymadan gerçekleştirdi ve depozito vermemek için bir sürü taklalar attı. Yarı direnerek yarı da drama yeteneğim sayesinde bu işin de üstesinden geldik ve yeni hayatımız başlamış oldu...

Bu iki ayda son olarak hayatıma giren kendi küçük ama etkisi büyük bir canavardan bahsetmek istiyorum size...Çok sevdiğim fotoğrafçı arkadaşım Şevket Kızıldağ'ın sokakta bularak hayatıma soktuğu kedi yavrusu Şinasi...(Henüz cinsiyetinden %100 emin değiliz ancak dişi çıkarsa adı 'Neriman' olacak)
Muazzam akıllı ve yakışıklı oğlum 2 haftalık yaşına rağmen tuvaletini ve yemeğini hemen öğrendiği için hayatımı nerdeyse hiç zorlaştırmadı ancak beni biraz eve bağladığını ifade etmek çok yanlış olmaz...

Yeni maceralarımla tekrar bu sayfalarda olacağım dosta düşmana selam olsun...!

20 Mayıs 2009 Çarşamba

"Kitaplar elden ele projesi"




Geçenlerde Facebook'ta bi davetiye aldım, bir grup davetiyesi... Grubun adı KİTAPLAR ELDEN ELE PROJESİ... "Herkes okusun diye..." sloganıyla yola çıkan bu projenin amacı şu: Okuduğun kitabın içine kısa bir not yazıp kamuya açık bir yere bırakıyorsun, sonra birisi oradan alıp okuyup bir başka yere bırakıyor, böylelikle kitaplar elden ele dolaşıyor... Proje çok hoşuma gitti, hemen katıldım ben de gruba ve cidden sahiplendim projeyi... Gördüğüm herkese anlatıyorum ve herkesi facebook taki gruba davet ediyorum... Aranızda kişisel kütüphanesini kurmak isteyenler olabilir ki saygı duyarım, benim de kendi kütüphanesi olan arkadaşlarım var, gözü gibi bakıyorlar kitaplarına, güzel bir hobi... Bazılarının birtakım çekinceleri olabilir; başkası kitabı alır evine götürür bi daha da bırakmaz ya da kitaplar parçalanır, ziyan olur vs gibi... Ben bunlara katılmıyorum... Mesela ben kitap alıp okuduktan sonra dolabıma koyarım bi daha da yıllarca orada boş boş durur kitaplar... Eminim benim gibi yapan birçok insan vardır... Bence kitaplar dolabımda boş boş duracağına, benden sonra bir kişi daha okusa -ve ondan sonra kitap ziyan olsa bile-, kitabı benden başka bir kişi daha okumuş olur yani proje amacına ulaşmış sayılır... Kitabın ziyan olmadığını varsayıp benden sonra onlarca kişinin kitabı okuduğunu düşünürsek, ohhh süpperrr... Ki proje geniş kitlelere yayılıp, binlerce insan tarafından bilinirse, kitapların ziyan olma ihtimali de azalır, çünkü projeden haberdar olan insanlar, kitapları alıp okurlar, hatta korurlar... Hergün okula/işe giderken/gelirken vaktimizin önemli bir kısmını toplu taşım araçlarında, trafikte harcıyoruz... Metrolarda, otobüslerde boş boş oturacağımıza, koltukta bulduğumuz bir kitabı okumak daha iyi değil mi ?... (Tabii ki otobüste metroda kendi kitabını okuyanlar var, benim sözünü ettiğim grup, yanında kitabı olmayıp da bu sebeple okumayan sayıca fazla olan grup) Ya da hastanede muayene sırası beklerken, durakta otobüs/tramvay/metro beklerken, bankın üzerinde bir kitap görsek ve alıp okusak... Bu sayede vaktin nasıl geçtiğinin farkına bile varmayız, sıkıcı olan bekleyişleri keyifli bir hale getirebiliriz... Önümüzde yaz tatili var, sıcak kumsalda güneşin altına uzanmış güneşleniyoruz ve ne yapsak ne yapsak diye canımız sıkılıyor.... Tam da orada duran bir kitap olsa ve alıp okusak... Bitiremesek akşam da odada kalanını okusak, ertesi gün de plajda başka bir yere bıraksak mesela... Hoş olmaz mı... ( "Tamam ben bırakırım da, bir başkası alıp bırakmaz ki kitabı..." diyenler vardır aranızda... Boşver... Kitap senin değil ki, niye üzülüyorsun, sen okudun ya, kardasın... Sen oku bırak yeterli, başkası yapmaz diye üzülmeye, güzelim projeyi bir kenara itmeye ne lüzum var... Haksız mıyım??? ) Projenin bir başka güzel yanı da, kitapların yaşaması, insanlar arasında bir sinerji doğurması... Başkasını okuduğu -belki de okurken altını çizdiği ya da içine bir takım ufak notlar yazdığı- kitabı okumak, senden sonra da başkaları tarafından okunacağını bilmek, ayrı bir haz verir insana... (Aslında kitabı takip edebileceğimiz bir sistem de olsa tam süper olur yaa...) (Ben bu konuda biraz kafa yorayım, projeyi hayata geçirenlere öneri mesajı atayım facebook'tan... ) Her neyse, baya bişeyler yazmışım... Şimdi sizlerden birkaç ricam olacak... - Lütfen projeye destek olmak için facebook'taki gruba siz de üye olun.. Sayı ne kadar çok olursa, projenin bilinilirliği de o kadar artar... - Arkadaşlarınıza, öğretmenlerinize, öğrencilerinize çevrenizdeki herkese projeyi anlatın... Onları da facebook'a davet edin.... - Okumadığınız boş boş duran kitaplarınıza kısa bir not yazıp, kitapları paylaşmaya da başlayabilirsiniz... - "Yok kardeşim, ben kitabımı bırakamam sağa sola, kıyamam ben canım kitaplarıma.. Ben kişisel kütüphanemi kurmak istiyorum, odalar dolusu kitabım var benim..." diyorsanız, siz de facebook'taki gruba üye olun, projenin tanıtımına yardımcı olun.... Siz paylaşmasanız bile, projeyi sizin sayenizde öğrenen başkaları paylaşabilir kitaplarını, bu sayede çok önemli bir destekte bulunmuş olursunuz projemize... Ya da sizin sayenizde projeden haberdar olan kimseler, sağda solda gördükler kitaplara hor gözle bakmazlar, sokak kitabı muamelesi yapmazlar kitaplara... Eminim ki bu proje gün gelecek, -hepimizin sayesinde- ülke çapına yayılacak ve faydasını hep beraber göreceğiz.... Facebook'tan aldığım bilgilere göre Projenin bilgileri şunlar: http://www.kitaplareldenele.com http://kitaplareldenele.spaces.live.com http://kitaplareldenele.blogcu.com kitaplareldenele@hotmail.com

12 Mayıs 2009 Salı

Her Havuzun Dibi Aynı

Çok sıcak olmasa da bunaltıcı bir yaz günü. Ne zaman düşünsem Adana Ceyhan'ın çorak arazisindeki bir haftam geliyor aklıma. Kup kuru toprak üzerinde kızartmayan ama buğlama yapan bir güneş. Su içmeye doymak imkansız neredeyse.

Beni çok etkilemeyen bir kitabın az çok etkileyen bir bölümündeki Marlo Morgan gibi Avusturalya çöllerinde bir gölet çıksın diye bekliyorum önüme. Yürüyorum durmaksızın.

Hayatımız boyunca bu tür kuraklıkları yaşıyoruz öyle ya da böyle. İçecek su bulmak problem olmuyor da kurumuş çatlamış bedenlerimizi bir nebze rahatlatacak bir su birikintisi ya da hazır başlamışken bir havuz olsun koşa koşa gidelim ve tek hamlede atlayalım.

Sizi bilmiyorum ama benim huyum kurusun karşıma böyle bir havuz çıktığında bir saniye fazladan dayanacak gücüm yoktur. Ne olursa olsun içinde olmak isterim. Yüz metre mesafeden görmeyeyim berrak sularını içimde kıpırdanmalar başlar kendimi zaptedemem.

Kendi adıma en tehlikeli kısım bu uzun kuraklıklar sonrasında karşıma çıkan havuzları fitursuzca keşfetmek. Ayaklarını sokmakla yetinenlerden olamadım ki hiç. İlla karış karış dolaşmalıyım her yerini. Üstelik çırıl çıplak atlarım ben bu havuzlara. Benliğimle ilgili herşeyi ortaya koyarak. Üstümde zırh elimde kalkanlarım, ya da yüzümde maske olmadan.

Bazı havuzların uzun süreli fırtınalardan yorulmuş suları vardır. Üstlerini kaplamış buz ele verir hemen. Bunlar da yıldırmaz beni. En azından denerim çıplak topuklarımı buza vurmayı. En ufak çatlaktan içeri girene kadar. Çölün ortasında karşıma çıkmış bir havuzu, üstü buz kaplı diye es geçersem, kendime nasıl saygım olabilir?

En aldatıcı olanları ise ılık ve hatta sıcak olanları. Belki her havuz ilk oluştuğunda biraz ılıktır en ama uzun zamandır olduğu yerde duran bir havuz eğer ki sıcaksa o işte bir iş var demektir. Belki sizden önce keşfedenlerin teninin sıcaklığıdır bu, yada giderken arkalarında bıraktıklarının. Öyle bir havuzdan böylesi bir kuraklıkta sırf canınıza tak etti diye faydalanmaya çalışmak en kolay yoldur ama size çok zaman kaybettirir.

Bana kadir kıymet bilecek havuz lazım. Beni kabul edecek, içinde yüzmeme izin verecek, yutacak bir havuz. Etrafta havuzun ruhundan bunu dileyecek bir aborjin olmadığına göre iş başa düşüyor elbette. Çıkarıyorum üstümdekileri hemen. Dalıyorum derinliklerine. Karış karış tanımaya, en ücra köşelerini öğrenmeye adıyorum orada geçirdiğim zamanı. Burada insan oğlunun yapabileceği en büyük hatayı yapıyorum ve tamahkarlığımın sonunda havuzun dibini keşfediyorum. Yüzeydeki buz gibi değil. Bunun arkasında hiç birşey olmadığını biliyorum. İşin sonuna geldiğimi. Bu ani ve durdurucu etkiyle nefessiz kalıyorum. Yüzeye geri dönüp kafamı çıkartıyorum dışarı. Gökyüzü ve çöl kendini gösteriyor gözlerimdeki damlacıklar aktığı zaman.

İçinde bulunduğum bu yoğun havuz, -benliğim gibi tanıdığım ya da tanıdığıma inandırdığım kendimi- anlıyor bir terslik olduğunu. Eğer azcık ihtirası varsa biraz dalgalanıyor, yersiz sebepler bularak benim gitmemi engellemeye çalışıyor ama hepsi o kadar. Beni sahiplenemiyor, eline avucuna sığdıramıyor doğal olarak.

Havuzun dibine her yaklaştığımda gözlerimi kapamak ve keşfetmeden uzun zaman içinde mutlu mesut olmak elimde elbette ama bir kere dibini gördüm ya, beni orada tutan birşey olmadığını anladım ya, çıkmak istiyorum sularından. Yine arkamda bıraktığım ve sadece arada sırada eski günlerin hatrına elimi yüzümü ıslattığım bir dinlenme mekanı haline geliyor çölümde dolaşırken.

Yeniden çölün kavrukluğuna vuruyorum kendimi. Yürüyorum yalnızca ve yalnız yürüyorum. Dibine ulaştığımda beni yutabilecek havuzu bulana kadar.

(başlarken Teoman-Gönülçelen bittiğinde Dido - Hunter çalıyordu...)

30 Nisan 2009 Perşembe

Yörünge Gezgini

Hepimiz kendi Dünyamıza doğuyoruz. Yok hayır! "kendi benliğimiz dışındakiler sadece algımızın ürünüdür" klişesini yapmayacağım. "Yeni bir Dünya" olarak doğuyoruz demek istiyorum. Kendimize çok büyük görünürken evrende bir noktadan ibaret,içimiz yanarken dışımız dingin, bazen düz bazen de tersine dönüyoruz.

Evrenin muazzam uyumundaki yerimizi almak adına kendimize başka dünyalar arıyor, belli güneş sistemlerine dahil oluyoruz. Bizden önce orada olanları aile büyüklerimiz biliyor belki Güneş'e "baba" etrafımızda fır dönen Ay'a da "anne" diyoruz.

Uzun süredir etrafında döndüğüm bir başka Dünya'dan ayrıldığımdan beri sonunu göremediğim bir yolculuk içerisindeyim. Güneş'im söneli epey oluyor. Ay'ın da ilgisi devam etse bile artık etrafımda dönemeyecek kadar geride bıraktım. Serseri bir meteor gibi Evren'i arşınlıyorum diyebilirim.

Önceleri yeni dünyalar keşfetmek sadece ilgi çekiciyken, girip çıktığım her yörüngede gördüğüm güzellikler ile bitmek bilmez bir iştaha dönüştü bu arayış. Uzaktan çok parlak görünüp aslında sadece yansıtıcı olan Dünyalar, kendi halinde bir gezegen sandığım aslında başkalarının uydusu gök cisimleri gördüm bu yolculukta. Bu uyduların bazılarıyla kendi Dünyalarından habersiz münasebetlerim olmadı değil. Hatta bazılarını koparmayı bile denedim bencilce. Bazen çekimleri yetmedi yeni bulduğum Dünyalar'ın bazen de karanlık yüzleri itti beni. Bazen uzun zaman boşlukta kaldım bazen bir çok Dünyanın kesişen yörüngelerinde sekizler çizdim umarsız...

Her buldum sandığımda kopuyorum yörüngelerinden bu Dünyalar'ın ve gezinme yeniden başlıyor. Serseri meteor yörüngeleri gezmeye devam ediyor. Eğer evren gezgini bir meteorsanız sizi ancak Jonathan Livingston anlayabilir...

(Biterken Jefferson Airplane - White Rabbit çalıyordu)

22 Nisan 2009 Çarşamba

Sevmek ve Sevilmek... Değerimiz bilinerek

Sabah çok sevdiğim arkadaşlarımdan Esra bana Haşmet Babaoğlu'nun bir yazısını gönderdi. Sanırım ilişkilerle ilgili aklımdaki bir çok karmaşıklığa ışık tutuyor hatta analiz ediyor bu yazı...

9 Nisan 2009 Perşembe

Yeni Bir Başlangıç

Bu yılın Mayıs ayında tam 4 senedir motosiklet kullanıyor olacağım. Beni tanıyanların bildiği üzere bir seneden fazladır arazi motosikletleri kullanıyorum ve geçen yıl bir kaç yarışa bile katıldım.
Ancak yazın gelmesi ve elimde bulunan iki motosikletin de çok sevdiğim gezileri yapmaya müsait olmayışı oldukça canımı sıkıyordu. Derken bir teklifle tüm bunlar bir anda değişi verdiler. Bir kullanıcı arazi motosikletimi kendi 2004 Honda Transalp'i ile takas etmek istiyordu ancak arada ödemem gereken bir fark vardı.

O fark içinde elimden çıkarmak istediğim diğer ufak motosikletim olan XL200 e anlaştık ve bence oldukça keyifli bir takas işlemi gerçekleştirdik.

Bu yavru bir süre kahrımızı çekecek anlaşılan. Bir süre ufak tefek arazi gezilerinden mahrum kalacağım sanırım ancak hiç dert etmiyorum açıkçası. Zaten masrafını karşılayamıyordum...

Seviyorum Sevmiyorum...

Kaç yaprak var bilmiyorum
Ben seni,kopardım attım
Kendimi toparlıyorum
Var mı şimdi başka biri?
Onu bana benzettin mi?
Ne yaparsan o,ben olmaz
Parçaları sana uymaz

Kendimi bunun için mi yorucam ben?
Kalbimi bunun için mi kırıcam ben?
Hmhm haha,hmhm haha hmhmhaha

Yok ki senin bir yedeğin
Kötü kedi,Şerafettin!
Söyle nasıl kıydın bana
Hem canındım, hem ciğerin
Kendimi bulamıyorum
Geri,alamıyorum
Ben her gece rüyalarda
Hep sana hak,veriyorum

Kendimi bunun için mi yorucam ben?
Kalbimi bunun için mi kırıcam ben?
Hmhm haha hmhm haha hmhmhaha
Yok ki senin bir yedeğin

24 Mart 2009 Salı

Bu ay gideceğim oyunlar...

Hemen hergün takip etmeme rağmen son birkaç günün yoğunluğu nedeniyle rezervasyonlarımı yapmakta geç kaldım ancak gene de görmek istediğim bir çok oyuna yer bulabildim... Bu ay görmeyi planladığım oyunlar...

Dönüşüm - Kafka
Eskici Dükkanı - Orhan Kemal
Kontrabass - Patrick Suskind
Leonce ile Lena - Georg Büchner
Coriolanus - William Shakespeare
Deri Ceket - Stanislav Stratiev

19 Mart 2009 Perşembe

İmkansız Aşk

Bebeğim yetmez ki bir aşk
Israr etme
Benim efendim aşk
Yönetir o beni
Ben ona köle

Eğer anlıyorsan razıysan
Hazırsan
O zaman paylaşalım gel
Hadi imkansızı bir dene

Ele avuca sığamıyorum
Hiç bir şey için söz veremem
Yere göğe uçuyor kaçıyor
Kalbime ben bile hükmedemem

Bana güvenme
Sakın
Sabıkam ihanetten

Ne sen çal hayatımdan
Ne ben seninkinden

18 Mart 2009 Çarşamba

Temaşa Devam Etmeli...

Tam zamanlı bekar hayatına geçiş maceramı blogumu takip edenler az çok bilirler. Bu döneme girdim beri eskiden beri hep içimde olan Tiyatro sevdası da bir çok ertelediğim diğer aktivite gibi yeniden ortaya çıktı kaçınılmaz olarak.

Kuzum Aslı'nın önerisi üzerine gördüğüm oyunlar hakkındaki yorumlarımı sizlerle paylaşabilmek adına naçizane yeni bir blog sayfası oluşturdum

temasha.blogspot.com

Ecnebilerin meşhur "Show Must Go On!" sözünün "Temaşa Devam Etmeli" şeklinde yorumlandığını ilk kez "Karagöz ve Hacivat Neden Öldürüldü?" filminde duymuştum...

Her ay mümkün olduğunca en az 4 oyuna bilet almaya çalışıyorum ve beğeneceğini düşündüğüm vakti olan arkadaşlarımdan birini yanıma alarak oyunları izliyorum. Bundan sonra her ay biletini aldığım oyunları buradan duyuracağım ve sizler de izlediklerimin yorumlarını Temasha'dan okuyabileceksiniz...

Bu ay gideceğim son iki oyun: Maskeliler ( Ilan Hatsor) ve Tekrar Çal Sam (Woody Allen)

19 Şubat 2009 Perşembe

Canın Yongası...

Motosiklet her anlamıyla özgürlük. Ancak bu "aşırı özgürlük" siz üzerinde olmadığınız sürede de devam edebiliyor ne yazık ki. Eğer benim gibi İstanbul'un işlek ve sıkışık bir bölgesinde yaşıyorsanız gece yatmaya eve geldiğinizde motosikletinizi koyacak emin bir yer bulmak epey zor oluyor.


Tek başına kaderine bıraktığınız motosikletiniz ise gece keyfi yapan kedilerin çişinden sokaktan geçen türlü insana kadar pek çok tehditle baş başa kalıyor. Genelde motosikletlerime alarmlarımı hep bizzat takmışımdır. Ancak neye güvendim bilmiyorum bir süredir motosikletimde alarm yok. Çalınması veya kaldırılarak götürülmesi çok zor bir yere park etmeme rağmen yine de ulaşılmaz olmadığını dün sabah kalkıp motosikletimi şu şekilde bulunca daha iyi anladım...



Bulunduğu yerden çıkaramayacağını anlayan arkadaşlar verebilecekleri maksimum zararla alabilecekleri en pahalı parçayı almaya çalışmışlar akıllarınca. Sağ karenajı (şu anda orada olmayan kırmızı plastik parça) sökerek egzoz borusunu almaya çalışmışlar. Ancak beni de zamanında çok uğraştıran yalama bir somun ile yenilgiye uğramışlar. Yine de egzoz gördüğünüz gibi ben geldiğimde boşlukta sallanıyordu ve bu hali sabah sabah kafama kürekle vurulmuş gibi bir etki yarattı...

İlk anlık sinirle edilen küfür dışında beddua etmedim. Ben gidenin arkasından çok üzülen bir adam da değilim. Ancak bu durum mahalleme olan gereksiz fazla olduğunu gördüğüm güvenimi sarstı açıkçası.

Şimdi üretimi yıllar önce durmuş olan motorum için sağ karenaj arıyorum ve ilk fırsatta alarmını takana kadar daha güvenli bir otoparka koymakla yetindim...

15 Şubat 2009 Pazar

Olmazsa Olmaz

İlişkiler denizinde bir süreliğine yüzmüş kişilerin iyi bileceği gibi bizim çağımızda artık sağlıklı bir ilişki kurup devam ettirmek gerçekten zor zanaat. Cinsel birleşmeye veya hormonal diğer duygu paylaşımlarına dayanarak başlayan ve sonrasında başka birşeye dönüşemeyen onlarca ilişkinin temel problemi etrafta çok örnek olması ve insanın doğuştan açgözlülüğü olabilir.


Eski kaynakların hep önerdiği bir yönteme göre birlikte olmak istediğiniz kişinin size göre negatif ve pozitif yönlerini (pros or cons) bir kağıda yazmalı ve harcadığınız bu mesainin üstüne de karar vermelisiniz.

Çağımızda ise bu çok yanlış bir yöntem olmuş durumda. Çünkü hızlı değişen çevre kişileri değiştirdiği gibi istekleri de sürekli değiştiriyor. Etrafınızda gördüğünüz gözünüze hoş gelen bir özelliği birlikte olduğunuz insandan göremediğinizde bocalamaya ve diğer negatif özelliklerini irdelemeye başlıyorsunuz otomatikman...

İsviçreli Bilim Adamları(yok böyle adamlar tabiki :)) tam da bu soruna bir çözümle çıka geldiler. Diyorlar ki eğer bir uzun soluklu ve sağlıklı bir ilişki kurmak istiyorsanız kendinize 4-5 "OLMAZSA OLMAZ" kriter belirleyeceksiniz. Ne kendinizi "benim için tek şey önemli" gibi bir sözle kandırmalı ne de 15-20 erdemli özellik sıralayarak zıvanadan çıkarmalısınız.

Eğer bir kadını veya erkeği sıralayabildiğiniz bu 4-5 özelliklik için sevebilir ya da en azından saygı çerçevesinde benimseyebilirseniz diğer bütün özelliklerini "gülün dikeni" gibi kabul edebilirsiniz. Bu "diken" kabul ettiklerinizin arasında pozitif özellikler gonca gibi çıkarsa onlar size ekstra mutluluk getirecektir. Buna karşın gerçekten can sıkıcı özellikler sizi hiç etkilememeli ve bunlardan rahatsızlık duyduğunuzda deli gibi sevdiğiniz 4-5 özelliğe sarılmalısınız.

Bu 4-5 vazgeçilmez kriteri kendim için belirlemeye ve edindiğim tecrübeler ile güncel tutmaya çalışacağım bu sayfalarda...


ŞU ANIN OLMAZSA OLMAZLARI

-Ten Uyuşması ve Arzu
-Düşünce paylaşımında imasızlık
-Aynı enerji seviyesinde olunamasa bile kısıtlamama
-Direk olarak ilgi

27 Ocak 2009 Salı

Hiç Yere Yok Olan Canlar...

Merhaba arkadaşlar...

Bu alıştığınız politik veya ticari amaçlı zincirleme e-postalardan birisi değildir tamamen kendim yazıyorum ve tüm listeme gönderiyorum.



Güncel olayları biraz olsun takip edenlerin bildiği gibi İstanbul'da yeni yapılan Metrobüs Hattının bariyerler 5 gün içerisinde iki motosiklet sürücüsünün hayatına mal oldu... İki sürücünün de korumaları tam olmasına rağmen kafaları bu giyotin gibi tel bariyerlere takılarak bedenlerinden ayrıldı ve feci şekilde can verdiler.



Birkaç yakın arkadaşımın kişisel girişimleriyle bu iki korkunç olayın sıradan ölüm haberleri olmak yerine kamuoyunda bir uyanışa yol açabilmesi için Milliyet Online Haber sitesinde kendi kalemlerinden bir yazının yayınlanmasını başardılar. Sizlerden ricam bu haberin mümkün olduğunca çok okuyucuya ulaşması ve habere yine mümkün olduğunca çok yorum yapılması. Böylece bu haberin dikkat çekmesini ve bilinç oluşmasını amaçlıyoruz. Belki çoğunuz motosiklet sürücüsü değilsiniz ancak illaki bir tanıdığınız ya da akrabanız bu şehirde motosiklet kullanıyor ve bu risk ile her gün yüzleşiyor lütfen bize sahip çıkın.


Başta da dediğim gibi bu hiç bir kuruma bağlı bir çalışma değil tamamen kişisel bir girişimdir...http://www.milliyet.com.tr/Yasam/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&Kategori=yasam&ArticleID=1052014&Date=27.01.2009&b=5%20gunde%20ikinci%20faciaSevgiler...

22 Ocak 2009 Perşembe

İyi düşün...

Keyifli bir akşam için mesainin bitmesini bekliyordum dün. Yine her zamanki gibi 18.00'a iki dakika kala "son dakikada bir iş çıkar mı?" korkusu bastırmıştı. Çıkmadı... Hemen giyinip plazadan çıktım ve motoruma doğru yürürken arkadaşımı arayıp yemek için ne lazım olduğunu sordum.

Motosiklete atlayıp yola koyulduktan sonraki ikinci ışıklarda mesaj geldiğini duydum ve daha elli saniye olduğu için eldiveni çıkarıp cebimdeki telefonu kontrol ettim. Gereksiz mesaja uyuz olup toplandıktan sonra yoluma devam ettim.

Evin yakınındaki süpermarketten aldığım makarna ve sos için sosisle keyifim iyice yerine geldi. Apartmanın kapısına gelince karanlık yüzünden zilleri okuyamadım ve cep telefonumun ışığına ihtiyaç duydum. Ancak üzerimde yoktu.

Anında bir motivasyon çöküntüsüne düşmeden yakın civarları ve süpermarketi aradım bulamadım. Aldıklarımı arkadaşıma verip şirketin oradaki ikinci trafik ışığına gittim. Yol boyunca kafamda sürekli seneryolar telefonun beni o ışıklarda beklediği düşüncesiyle bastırılıyordu. Işıklara vardığımda yine telefon yoktu. Yolu yine acıbadem'e kadar ayağımı yere koyduğum her yolu inceleyerek geldim. Kafamda sürekli paramparça telefonumun üzerinden geçen onlarca arabanın görüntüsünü bir sonraki olabileceği yeri düşünerek bastırdım bu kez.

Tabi yine yok ortalıkta. Bir saattir kafamı yorduğum "Nerede düşürmüş olabilirim?" sorusu yerini "Telefonumu nereden arayabilirim?" sorusuna dönüştü. Acıbadem köprüsündeki bir taksici son üç kontürü pahasına aramayı kabul etti ancak açan yoktu. Tekrar hipermarkete gidip ortalığa bakınınca görevliler de endişelendi ve yardım ettiler. Ancak yine telefonum cevap vermiyordu tabi çalıyor olması ümit kaynağı...

Arkadaşımın evine gidip oturdum epey canım sıkılmıştı evde kimsede kontör yoktu ve telefonumu arayamıyor ya da mesaj atıp "Bulan bu numarayı arasın" diyemiyordum. Daha da kötü olanı beni merak edecek ya da başkalarına haber verebilecek hiç kimsenin telefonunu ezbere hatırlayamıyordum. Aklıma gelen tek numara şu anda Zonguldakta olan arkadaşımın İstanbuldaki evinin telefonuydu. Bir saat kadar sonra tekrar darlanıp dışarı çıktım ve köşedeki fırından rica edip telefonumu aradım. Bu kez cevap geldi.

Nautilus'un karşısında araba tamirhanesi olan bir vatandaş E-5 e otobüse binmek için yürürken telefonu görmüş, açık ve şarjı dolu olduğunu görünce yanına almış "nasılsa ararlar" diyerek. Otobüste aramalarımızı duyamamış ve Tuzla'ya evine gelmiş. Bana "yarın sabah gelip tamirhaneden al" dediğinde dünyalar yeniden benim oldu.

Çok mülkiyetçi bir adam değilimdir ama ay sonu imkansızlıkları, 4-5 yıldır biriktirdiğim onca arkadaşımın telefon numaraları o telefonu o kadar kıymetli hale getiriyordu ki başka herşey önemsiz geldi o anda.

İyi düşün ve iyi yaşa ki karşına Vefa Arslan gibi iyi insanlar çıksın. Seni daraldığın anlarda ferahlatsın.


19 Ocak 2009 Pazartesi

Melek...

“Aradığımız tek şey mutluluk olunca… Gökte ışıyan ay gecenin, ayın şavkı, içimizin karasına vurunca…”

İşte bunları düşünüyormuş Leyla, gecenin karanlığına gece karanlığı bakışlarını dikerek. Daha dün gece yolları aşmış gelmiş, elinde sıkı sıkı tuttuğu küçük paketle. O pakete sığdırmış geçmişini, dürmüş, katlamış, kokular sürmüş, temize çekmiş. Temize çektiğini sanmış sadece oysa. Acaba diyormuş hep, yanmış filizler yeniden sürgün verir mi bir gün? Bu paket açılınca, saçılır mı mutluluk hayatımıza? Herşey yeşerir, meyve verir elbet diyormuş aklının bir köşesi. Diğer köşe saldırıya geçiyormuş hemen, umuda inat. Inanmakla büyüye kanmak arasında gidip gelirken, unutuyormuş yüreğini, hep ona inanması gerekirken. Zaten o yürekmiş onu hep ayakta tutan. O pakete yüklediğini yüreğine yüklese, yükünün ne kadar hafifleyeceğini çok iyi biliyormuş da aklının iblisleri perde çekmiş gözüne; bakamıyormuş içinin özüne…

Işte bu karanlıklarla aydınlıklar savaşında çıkmış karşısına o melek. Usulca gelmiş, insan cisminde. Ben meleğim dememiş. Leyla ona bakmış, gözlerinin içi gülmüş. Leyla tutmuş meleği, almış içine. Sıkmış sıkmış sıkmış, ama meleğin kanatları kırılmış. Leyla bırakınca meleği, melek düşmüş yere, kanatları çırpınmış çünkü boş yere. Leyla görmüş meleği o vakit. Almış kanatları yerden, akarken gözyaşları yüreğinden. Işte o gözyaşları damlayınca kanatlara, kanatlanmış melek. Dokunmuş Leyla’nın yüreğine, sonra da gözlerinin perdesine. Kanat çırpıp uçarken melek, Leyla ayın şavkını görmüş kendi gözlerinde. El sallarken meleğe, iblisleri de yollamış dipsiz dehlizlere…

Kadınlığın özü Z.S.

Tek yol...

İlk gece evrenin hediyesi sonra altı ay ayrılık. Yine peşi sıra sabahı bulan geceler ve bir sürü karışık duygular ardından yine bir ay ayrılık. Tonla hasret tonla sıkıntı ve kavuştuğunda ise son noktayı koymak...

Efsane,rüya, mucizeler, hayal ve umut... Tüm elde kalansa hızla soğuyacak sıcaklık ve hatıraların getirdiği tecrübe.

Hayat! sen başka yoldan akmayı bilmez misin?

8 Ocak 2009 Perşembe

Enteresan bir sabah...yada "Var mısın? Yok musun?"

Günün çok enterasan bir gün olmayacağını biliyordum ancak bu sabah ofise gelip sabah kahvemi hazırlayana kadar epey enteresan olaylar oldu ve bu enteresan sabahı unutmamak için buraya yazmaya karar verdim...

Öncelikle gece 3 e kadar bugünlerde denizlide Olan Zeycan ile msnden konuştuk zaten hasta olduğum için artık uykusuluğa dayanamadım ve saati motosiklet ile işe gidebileceğim en geç saate 8.30 a ayarlayarak yattım. Alışkanlıktan 10 dk ertelediğim 2. alarmda 8.40 olan saate fal taşı şeklinde gözlerle bakarak yataktan fırladım ve ortalığı toparladım (eve çıktım beri geliştirdiğim bir alışkanlık dağınık bırakıp çıkmıyorum). Anında bir gün önce motorun zincirindeki arıza aklıma geldi ve zaten hasta olduğum için motorla gidemeyeceğimi fark ettim. Doğal olarak feci geç kalmış şekilde otobüse yürüdüm.

Haftanın uykusuzunu okuyarak kozyatağına kadar geldim ve kafam epey ağırdı. Üst geçidin merdivenlerini çıkarken benden 4-5 basamak yüksekte olan genç bir kadın dikkatimi çekti nedense. Daha önceden tanıdık gelen bir aurası vardı. Ayakkabılarından saçlarına kadar inceledim ve "bana göre ne kadar da ince giyinmiş?" diye düşünürken neredeyse bütün merdiven boyunca onu izlediğimi fark ettim. Auranın üzerine tam bu anda bir isim yapıştı Nilgün!. Nilgün eski nişanlımın İstanbul Üniv'den bölüm arkadaşıydı ve orada o saatte olması imkansız gibiydi.

Hala yüzüne bakmadığım için hızlanarak önüne geçtim ve tanımadığım bir kadını utandırmamak için göz ucuyla bakabildim. Evet yüzü iyice tanıdık geldi. Ancak Nilgün'ü neredeyse 7 aydır görmemiştim ve emin olamadım. 1-2 Adım atıp tekrar geri baktım tabi yine sadece 1 saniye için ve kuşkularım iyice pekişti.

Sonunda "aman ne olursa olsun" deyip arkamı döndüm. Nilgün olduğunu anlayınca "yok artık" dedim. Nilgün beni bir an tanımayarak afalladı ve " Ayberk?" dedi. "Ne işin var buralarda?" . Kendisine ve bu dönemdeki 1-2 sevgilisine defalarca nerde ne iş yaptığımı anlatmış olmama rağmen "E canım 4 senedir şu binada çalışıyorum ben." dedim.

Saate bakıp 9.40 olduğunu görünce alarmlar çaldı kafamda o da geç kaldığı için adımlarını uydurmakta zorlanmadı. Yürürken aklıma eski sevgilisinin bana bir arkadaş vasıtasıyla yolladığı selam geldi ve "Nilgünün arkadaşı Utku dersen tanır" şeklindeki selamı söyleyince onun da haberinin olduğunu öğrendim. "Arkadaşı ha?" gibi bir laf etti. "Biliyor musun biz onla epey sancılı ayrılmıştık" dedi ben de bunu bildiğimi söyleyince tam kendine yakışır bir laf etti. "Aaa sen ozamanlar var mıydın?" Bu laf günümü etti işte... " Var mıydım?" . Şu anda "Yok" muyum?. Bunları sesli söylediğimi farket medim ve Nilgün'ün kahkahasıyla fark ettim." Ahahah ay Ayberk" gibi lafları daha bitiremeden ayrılacağı yere geldi ve "Hadi görüşürüz" diyerek ayrıldı.

Her ilişkinin bir Kız tarafı ve Erkek tarafı var bunu anlarım ancak birgün bu çift ayrıldığında siz bir tarafta kalıyorsanız diğer taraf ile bağlantınız kesildiği için onu "YOK" sayabilir misiniz? Ben sayamam sanırım. Zira Utku ile ayrıldıktan sonra bile Utku benim için "YOK" olmamıştı...

Böyle sorular kafanızda dolanırken binanın girişinde ve 50 dk geç kalmış şekilde yöneticiniz ile karşılaşmak üstüne üstlük de şirket işi için ödünç aldığınız arabasını yanlış yere parkettiğiniz için kendisinin 5 dk önce azar işitmiş olması pastanın üstüne krema gibiymiş.